Bir zamanlar, bilge bir adamın hükümdarın sarayına yaptığı sıradan bir ziyaret, aslında oldukça derin bir anlam taşıyor. Ziyaretin basitliği ve bilgenin amacı, sarayda oturan hükümdarın gözünde ilk başta sıradan bir talep gibi görünüyor: “Bu handa uyuyacak bir yer istiyorum.” Ancak bilgenin talebinin ardında yatan felsefi derinlik, kısa bir sohbetle kendini gösteriyor.
Kral, sarayını tanıtırken, “Burası han değil, benim sarayım” der. Ancak bilge, bu yanıtı alır almaz zamanın gerisinde kalmış olanların izlerini, sarayın bir anlamda geçici bir yer olduğunu hatırlatarak sorgular: “Senden önce bu sarayda kim yaşıyordu?” Kralın verdiği her cevap, geçmişteki hayatların, ölümlerin ve geçici varlıkların izlerini gösteriyor. Bu diyalog, aslında zamanın ve insanların geçici doğasının farkına varmamızı sağlıyor.
Bir hükümdarın sarayı, tüm ihtişamı ve gücüyle, geçmişteki nesillerin izlerini taşırken, geleceğe doğru sadece bir adım atılabilecek bir geçit olmaktan başka bir şey değildir. Bu diyalog, bize hatırlatıyor ki, tüm gücümüz, varlığımız ve servetimiz geçicidir. Hükümdar bile, bir gün o tahttan ayrılacak, geriye sadece geçici izler kalacaktır.
Bilgenin "Han" benzetmesi, bir bakıma tüm hayatlarımızın ve oluşturduğumuz mekanların ne kadar kısa süreli olduğuna dair bir uyarıdır. Ne kadar zengin, güçlü ya da önemli olursak olalım, dünyadaki yerimiz aslında sadece bir han gibi kısa süreli ve geçicidir. Kralın sarayı da bir anlamda bir "geçici konaklama yeri"dir. Hepimiz bir gün oradan geçeceğiz ve yerimizi başkalarına bırakacağız. İnsanlar gelip geçerken, biz sadece izler bırakırız.
Bu kısa hikaye, varoluşumuza dair derin bir sorgulama yapmamıza neden oluyor. Zamanın içinde kaybolan saraylar, tahtlar ve bizler, sonunda her şeyin gelip geçici olduğunu anlatan birer anı olarak kalacak. Bizi hatırlayanlar, ya da geriye bıraktığımız miras, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun, sonuçta her şey bir "han"dan ibarettir.